
Çin modeli laflarını henüz siyasi iradenin ağzından duymamıştık. Zamanın Hazine ve Maliye Bakanı olan damat bey özel bir televizyon kanalında yaptığı röportajda“yüksek faiz ve düşük kur modelinin” sürdürülebilir olmadığını ve eskidiğini söylemişti. Tabi 128 milyar dolar rezervi şaibeli yollarla satıp Türk Lirası’nın değerini korumayı başaramadıktan sonra söyledi bunları. Eh alternatifinin ‘düşük faiz ve yüksek kur modeli‘ olduğu da belliydi. O zaman izlenen ekonomi politikalarının TL’yi muazzam ölçüde değersizleştirdiğini belirterek Çin modeli mi hedefleniyor diye yazmıştım. Bu modelin ne olduğunu Alım Gücü, Enflasyon ve Finansal Bağımsızlık başlıklı yazımda anlatmıştım. Yine yazayım: emeğin aşırı ucuz tutulması ve böylece alım gücü olmadığı için ithalatın kontrol altında olduğu devlet kontrolünde sanayileşme modeli.
Sefalet
Bugün niye bu konuyu yazdım? Bir iki gün önce bir iş için yurtdışına gittim. Doğruyu söylemek gerekirse ne kadar fakirleştiğimi yurtdışında iliklerime kadar hissettim. Aslında döviz bazında uçak bileti ve otel oldukça uygundu. Sorun maliyeti Türk Lirası’na çevirince ortaya çıkıyor. Yani benim maaşa göre ciddi bir toplam tutuyor. Son bir yıl içinde her bordro mahkumu gibi maaşım dolar bazında yarıya düştü. Hatta maaşım Almanya’da ki asgari ücretin altına düşmüş olabilir…
Gittiğim ülke Romanya. Yani Avrupa’nın fakir ülkelerinden(di). Çok uzak olmayan geçmişte kişi başına gelir düzeyi ($) Türkiye’nin yarısı kadardı. Şimdi kişi başına gelir düzeyi Türkiye’den %50 daha fazla. Biraz da fiyatlardan bahsedeyim. Bir tabak döner ayrana 75 TL ödedim. Bir KFC menüsü 60 TL. Sağlıklı besleneyim salata alayım derseniz 100 küsur TL. McDonalds ve benzeri yerlerde hamburger menüler 60 TL civarında. Bir dilim pizza ve kıytırık bir meyve suyuna yine 60 TL ödedim. Belediye otobüsü, metro bileti falan 10 TL’ye yakın… Starbuck’ta küçük boy filtre kahve 30 TL.
Türkiye şu an oraya göre çok ucuz. Ama böyle kalmayacak. Enflasyon daha da hızlanacak. Mallar kalitesizleşecek ve/veya boyutları küçül(dü)ecek. Çünkü kıçımızdaki dona kadar herşeyin maliyeti dolarla… Maaşlar ise Türk Lirası ile. Üstelik maaş artışları ENAG değil TUİK enflasyonuna endeksli… Bu yolun sonunun nereye varacağını anlamışsınızdır sanırım.
Güney Kore deneyimi
İhracata dayalı ithal ikamesi ile sanayileşme
Üniversitedeyken kalkınma iktisadı konusunda çok ders aldım. Özellikle Güney Kore gibi yeni sanayileşen ülkelerin bunu nasıl başardıklarını oldukça detaylı inceleme fırsatım oldu. Çin henüz bu kadar öne çıkmamıştı. Çin modeli de aslında benzer bir hikaye. Konuyu basit tek bir cümle ile özetleyeyim. Güney Kore devlet müdahalesi ile ihracata dayalı ithal ikamesi politikası ile sanayileşti. İthal ikamesi nedir? İthal ettiğiniz sanayi ürünleri için devlet doğrudan yada dolaylı olarak müdahale ediyor. Geçici olarak yüksek vergi getiriyor. Bu arada yerel sanayici devlet desteği ile fabrikayı kurup üretim yapıyor. Yada fabrikayı doğrudan devlet kuruyor.
Türkiye sadece ithal ikamesi yapmaya çalıştı
İthal ikamesini bizde denedik 1960’lı ve 1970’li yıllarda. Bu sanayileşme modeli, ilk evresinde oldukça başarılı oldu. Hatta bugünkü sanayimizin temeli bu politikalardır. Ancak, 1970’li yılların sonunda bu model iflas etti. Çünkü bazı şeyleri yanlış ve eksik yaptık. Öncelikle, devlet koruması geçici olmadı. Yerel sanayi rekabet baskısı olmadığı için etkin bir şekilde üretim yapma isteği duymadı. Sonuçta birim üretim maliyetleri her zaman yüksek kaldı. Rekabet edemeyen, pahalı ve kalitesiz bir imalat sanayi oluştu. İkinci olarak, bu nedenlerle ihracat yapılamadığı için bir süre sonra sermaye malı ithal edecek döviz kalmadı. Demirel’in ünlü deyişiyle ülke 70 sente muhtaç oldu.
Başarısızlık sonrası
Sonuçta iflas eden bu sanayileşme politikasından 1980 askeri darbesi ve Özal döneminde vazgeçildi. Yüksek bir devalüasyon yapıldı. Emeğin fiyatı yani ücretler devalüasyon ve izleyen yüksek enflasyon ile ucuzlatıldı. Daha önceki ithal ikameci sanayileşme ile yaratılan kapasite ihracata yönlendirilmeye çalışıldı. Bu politika ihracat ve büyüme anlamında ilk 5-6 yıl iyi sonuç verdi. Ekonomik büyümenin maliyeti de bordro mahkumlarının sırtına yüklendi. Ancak atıl kapasite kullanılıp bittikten sonra büyüme durdu.
Tabi makroekonomik istikrarın sağlanamaması da çok önemli bir faktördür. Türkiye’de siyaset kurumu ve siyasi figürler hiçbir zaman yüksek enflasyon ve bütçe açıklarıyla mücadele etmeye çalışmadılar. Bu amaç için yapılması gerekenler kendi çıkarları ile çelişiyordu. Yani kendi ikbal ve siyasi bekalarıyla. Onun yerine hep popülizme yöneldiler. Sanayileşme ve kalkınma ise makroekonomik istikrara ihtiyaç duyar… Yani düşük enflasyon, etkin bir vergi idaresi ve iyi yönetilen kontrol altında bir devlet bütçesine.
Güney Kore neyi farklı yaptı?
Sermaye malı ithalatı için döviz kazandı
Kore savaşından sonra ülke ikiye bölündü. Güney Kore’de hiç bir doğal kaynak yoktu. Arazinin çoğu bataklıktı. Olan tek şey nüfustu. Kişi başına gelir düzeyi Türkiye’nin yarısıydı. Yani fakirin fakiriydi ülke. Tek rekabet avantajları çok ucuz işgücü idi. Dolayısıyla ilk aşamada el emeğine dayalı imalata yöneldiler. Oyuncak gibi. İç pazarda alım gücü olmadığı için mecburen ihracata dayandılar. Tam istihdam sağladılar. Biraz sermaye birikimi olunca biraz daha sermaye yoğun basit endüstrilere odaklandılar. Tekstil, daha sonra demir-çelik, gemi yapımı gibi. Ama hep ihracata odaklandılar. Çünkü sermaye malı üretme kapasitesi yoktu. Üretim için gereken makina ve teknolojiler ithal edilmek zorundaydı. Bunun içinde dövize ihtiyaç vardı. İhracata odaklanmak bu kısıtı ortadan kaldırıyordu. Birinci önemli fark budur. Türkiye’nin en büyük açmazı döviz kısıtı idi. Sanayi ihracata dönük kurulmadığı için eldeki döviz bitince ithal ikameci sanayileşme durdu.
Üretim etkinliğini sağladı
İhracatın çok önemli bir diğer fonksiyonu daha vardır. Oda üretime rekabet baskısı getirmesidir. Yani ne üretirsen üret dünyada kabul görmüş maliyeti ve kaliteyi tutturmak zorundasın. Yoksa malını satamaz ve kar edemezsin. Bu nedenle, en son üretim teknolojisini ithal edip, ithal ettikleri teknolojiyi etkin kullanmayı öğrenmek zorunda kaldılar. Türkiye’nin en kritik başarısızlıklarından biri diğeri de budur. O dönem bu topraklarda güncel teknoloji ithalatına ve patent ödemelerine iyi gözle bakılmadı.
Özgün teknoloji geliştirmenin ilk şartı varolan en son teknolojiyi etkin bir şekilde kullanmayı öğrenmektir. Bunu öğrendikten sonra yerel ihtiyaçlara göre kullandığın üretim teknolojisini ufak ufak değiştirmeye başlarsınız. Bir sonraki aşamada yeterli yetkinliğe ulaştıysanız kendiniz dünya standardında teknoloji geliştirmeye başlayabilirsiniz. Türkiye, Brezilya ve Hindistan gibi ithal ikamesi deneyen ülkeler güncel teknoloji ithalatını kaynak israfı saydılar. En son üretim tekniklerini etkin olarak kullanmayı öğrenmeden kendi teknolojilerini yaratmaya çalıştılar. Sonuç çoğunlukla başarısız oldu. Geliştirmeyi başarsalar bile dünyada kullanılan standardın altında kaldılar. Kalite ve maliyet anlamında rekabetçi olmadı. İhracat yapamadılar. Kısır döngüye girdiler.
Aslında uzun dönemli sürdürülebilir ekonomik büyümenin özü toplam faktör verimliliğini artırmaktır. Toplam faktör verimliliğinin bileşenleri arasında teknolojik ilerleme, teknik (üretim) etkinlik, ölçek etkinliği ve tahsis etkinliğidir. Gelişmiş ülkeler verimliliklerini daha çok teknolojik ilerleme ile artırırlar. Yani saf bilime yatırım yapar ve elde ettikleri bilgilerle yeni radikal teknolojiler geliştirirler. SpaceX’in yeniden kullanılabilir roketleri gibi. Gelişmiş ülkeler zaten diğer bileşenlerin potansiyellerini optimum şekilde değerlendirirler. Gelişmekte olan ülkeler ise en güncel üretim teknolojisini ithal ederek bu bileşenden pozitif katkı elde edebilirler. Çünkü henüz sıfırdan bilimsel ilerlemeye bağlı orijinal teknoloji üretecek kapasite de değillerdir. İthal ettikleri teknolojiyi en etkin şekilde kullanmayı öğrenmek daha önemlidir. Yukarıda anlattığım üzere Güney Kore ihracatın getirdiği rekabet baskısıyla bunu en iyi şekilde başardı. Türk imalat sanayi ise AB ile gümrük birliğine girdikten sonra bu alanda büyük gelişme sağlayabildi.
Ölçek etkinliğini sağladı
Güney Kore’nin başarılı olduğu bir diğer kritik alan ise üretimde ölçek etkinliğini yakalamasıdır. Pek çok endüstri de birim üretim maliyeti ölçeğin belli bir noktaya gelmesi ile minimum olur. En güzel örneği otomobil endüstrisidir. Yıllık 10 bin araçlık bir fabrika ile ölçek ekonomisinden faydalanamazsınız. Ürettiğiniz arabanın maliyeti çok yüksek olur. En fazla lüks segmente hitap edebilirsiniz. O üretim endüstrisinin standardı, teknoloji değişmediyse, model başına bir milyondur. Yani yeni bir modeli yılda 1 milyon üreterek araç başına maliyeti düşürebilirsiniz. Ancak pek çok ülkenin iç pazarı bu kadar büyük değildir. O yüzden otomobil endüstrisi belli başlı üç beş ülkede gelişmiştir. Güney Kore’nin iç pazarı da kesinlikle büyük değildi. Ancak onlar fabrikaları kurarken ölçek ekonomisinden yararlanacak şekilde kurdular. Sadece iç pazarı değil ihracatı hedeflediler. İç pazarda uzun bir süre kendi ürettikleri araçların satılmasını sağladılar. Kalite artıp, maliyet düşünce ihracata yöneldiler. Sadece otomobil değil hemen her endüstride aynı stratejiyi izlediler.
İhracatı emecek pazar ve dış yardım
İş ihracat yapmayı istemekle bitmiyor. İhracat yapacak bir pazarınız olması lazım. Para yada alım gücü gelişmiş ülkelerde var. Onlar izin vermeden pazarlarına büyük ölçekli olarak giremezsiniz. Güney Kore’de Japonya gibi ABD pazarına erişim sağladı. Çünkü ABD siyasi ve güvenlik gerekçeleriyle bu ülkelerin güçlenmesini istedi. Güney Kore örneğinde ABD’nin uzun yıllar önemli miktarda karşılıksız yardım yaptığını da eklemem gerekiyor. Öyle ki yanlış hatırlamıyorsam GSYİH’sının %3-5’i bulan oranlarda sermaye enjekte etti. Türkiye aslında ihracat pazarı konusunda şanslı. Zira Avrupa Birliği pazarına erişimimiz var. 500 milyonluk alım gücü çok yüksek bir pazar. Ancak, maalesef ülke olarak henüz bu potansiyeli yeterince değerlendiremediğimizi düşünüyorum.
İnsan sermayesine yatırım yaptı
Güney Kore sanayileşme sürecinde kademe kademe daha sermaye ve teknoloji yoğun endüstrilere geçerken eğitim alanına çok büyük yatırım yaptı. Zaten bunu eş zamanlı olarak yapmasaydı ithal ettikleri teknolojileri etkin bir şekilde üretimde kullanmayı öğrenmeleri mümkün olmazdı. Temel eğitimi hızla yaygınlaştırıp, binlerce kişiyi pozitif bilimler alanında doktoraya gönderdiler. Güney Kore’de kıdemli öğretmen ücretleri Türkiye ile kıyas kabul etmeyecek şekilde yüksektir. Meslek itibarlı tutulmuştur. Nitelikli kişilerin öğretmen olması bu şekilde özendirilmiştir. Çinliler de aynı eğitim politikasını on yıllardır uyguluyorlar. ABD’de yüksek öğrenim görürken bölümdeki öğrencilerin üçte biri Çinliydi. Hocaların da önemli bir kısmı. Bilgiyi başka türlü transfer edemezsiniz. İnsanlığın bilgi birikiminin önemli bir kısmı zımni bilgidir (tacit knowledge). Kitaplardan okuyarak öğrenemezsiniz. Ya deneme yanılma yöntemiyle kendiniz yaparak yada yapanları fiilen gözleyerek öğrenebilirsiniz. Başka yolu yoktur.
Başlangıç koşulları
Konu çok uzadı. Çin modeli kalkınma konusunda önemli olduğunu düşündüğüm birkaç noktaya daha değineyim. Her ülkenin başlangıç koşulları farklıdır. Başlangıç koşulları farklı olduğu için her ülke ekonomisi zaman patikasında farklı bir yol izlerler. Bu yüzden hiçbir ülke başka bir ülkenin izlediği yolu birebir taklit edemez. Sadece onların deneyimlerinden kendimize uyarlayabileceğimiz faydalı bilgiler edinebiliriz.
Mesela Güney Kore örneğinde ülke 1980’li yılların sonuna kadar askeri diktatörlükle yönetildi. Un, şeker gibi temel mallar karneyle dağıtıldı. Emekçilere ayda sadece bir gün tatil izni verildi. Ücretler kontrol altında tutuldu. Amaç sermaye birikimini hızlandırmaktı. Askeri diktatörlük şirketlere ihracat kotası belirliyordu. Hedefi tutturamayanların organize sanayideki fabrikalarının elektriğini ve suyunu kesiyorlardı. Vergi müfettişleri gönderip ödeyemeyecekleri cezalar kesiyorlardı. Sonuçta, bu şirketleri iflas ettirip sermayeyi ihracat hedefini tutturan sanayi gruplarına aktarıyorlardı.
Tüm bu yöntemler Türkiye’de uygulanamazdı. Zaten Güney Kore’de de belli bir gelişmişlik seviyesine ulaşınca çöktü. Keza Güney Kore’nin ekonomik modelini de birileri oturup önceden tasarlamadı. Ekonomi politikasını belirleyenler hukukçu kökenliydi. Japonya’ya eğitime gönderilmişlerdi. Orada Japonya’nın sanayileşme sürecindeki uyguladığı politikaların etkisinde kaldılar. Ülkenin kendi tarihi, coğrafi şartları oluşturdu bu yolu.
Türkiye Çin değil
Çin modeli dedim ama hep Güney Kore’yi anlattım. Çin’in sanayileşme çabası egzantrik Mao’nun ölümünden sonra yerine geçen yol arkadaşı Deng başlattı. Ölümcül rakibi Japonya’nın hızlı sanayileşmesini gören Deng ülkeyi yurtdışına kademeli olarak açtı. Hong Kong’un karşısındaki kıyı kesimlerinde yabancı sermayeye yatırım yapma fırsatı tanıdı. Yabancı firmalar bedavaya yakın işgücünden yararlanıp ihracat yapabilecekti.
Tabi bu politika sadece ekonomik sebeplerle açıklanamaz. Zira aynı dönemde Sovyet Rusya ile Kızıl Çin’in arası çok kötüleşmişti. Sınırda askeri çatışmalar olmuştu. Çin Sovyet Rusya’nın karşısında denge sağlamak zorundaydı. Fırsatı kaçırmayan ABD Başkanı Nixon bu komünist bloğu kalıcı olarak bölmek için Çin’e istekli bir biçimde yanaştı.
Dolayısı ile ABD, aynı Güney Kore gibi Çin’de ki yabancı yatırımcılara ulusal pazarına erişim imkanı sağladı. Sermaye, bilgi ve teknoloji ABD öncülüğündeki kapitalist bloktan geldi. Tabi bu ülkeler Çin’in Güney Kore gibi başarılı bir şekilde kademe kademe daha yüksek teknolojiye geçiş yapmasını beklemiyorlardı. Bu Çin’in başarısıdır. Şunu da söylemek lazım Çin’in önünde Japonya ve Güney Kore örnekleri vardı.
İşgücü stoğu
Çin’in Türkiye’de mevcut olmayan başka avantajları da vardı. Çin’in işgücü 700 milyon civarındaydı. Çin kapitalizme açıldığında bir anda kapitalist dünyanın emek stoğu iki katına çıktı. Yani Çin’in işgücü Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya’nın toplamı kadardı. Diğer ülkelere göre bedava sayılabilecek bir emek maliyeti vardı. Bu nedenle bu ülkeler emek yoğun vasıfsız üretimi Çin’e kaydırdılar ve ürettirdikleri malları buradan ithal ettiler. Sonuç olarak küresel enflasyon uzun süre boyunca çok düşük tutulabildi. Gelişmiş ülkelerde refah arttı. Özellikle düşük gelirli çalışan kesim için faydalı oldu bu. Şirketlerde karlarını maksimize ettiler. Kazan kazan yani.
Çin ise istihdam yaratarak, sermaye birikimini hızlandırarak ve teknoloji ithalat ederek yararlandı bu süreçten. 2-3 on yıl sonra Çin’de ücretler artmaya başladığında Çin’in iç pazarı da önemli hale geldi. Bugün dünyanın en büyük otomobil piyasasına Çin sahiptir. Zaten Çin gibi dünya ekonomisinde önemli bir yer kaplamaya başladığınızda ihracata dayalı büyüme modeli de biter. Çünkü karşı taraf sizin ihracatınızı emecek büyüklüğe sahip olmaktan çıkar. Çin’in de Güney Kore gibi eş zamanlı olarak eğitime muazzam önem verdiğini söylememe gerek yok sanırım. On yıllar boyu ABD üniversitelerine her yıl onbinlerce öğrenci gönderdi. Keza Çin diasporası da 60-70 milyon civarındadır. Bunların önemli bir kısmının iyi eğitime ve ticari bağlantılara sahip olduğu da söylenebilir.
Sonuç olarak
ABD önderliğindeki gelişmiş kapitalist ülkeler Çin’in modernleşmesini bu kadar hızlı ve sürekli olmasını beklemiyorlardı. Belli bir gelişmişlik seviyesine ulaşınca Güney Kore gibi demokratikleşmesini ve yavaşlamasını bekliyorlardı. Ancak olmadı. Dediğim gibi her ülkenin zaman içerisinde izlediği yol kendine özgüdür.
Bizim hikayemiz ve koşullarımız ise çok başkadır. Bizim modernleşme çabalarımızı 18. yüzyılda Osmanlı padişahları başlatır. IV. Murad’ın emri üzerine ülkenin neden geride kaldığına yönelik hazırlanan ilk yazılı rapor olan Koçi Bey Risalesi‘nde ana eleştiri konuları nelerdir dersiniz? Adam kayırma, irtikap, zimmet ve rüşvet. Nasıl tanıdık geldi mi? 250 yılda değişen bir şey olmuş mu? Neyse daha fazla uzatmayayım.
Çin modeli kalkınma, faizin düşük tutularak semayenin ve işgücünün ucuzlatılmasından ibaret değildir. Etkin bir bilim, sanayi ve eğitim politikalarını içerir. Dış politikada da Çin, yakın zamana kadar ABD ile hep iyi geçinmeye çalışmıştır. Çünkü, ABD’nin tüketim pazarı ve sermaye piyasalarına erişim sağlayamadan hızlı büyüme elde edemeyeceklerinin farkındalardı. Ayrıca, bütün gelişmiş ülkeler Japonya, Çin ve Güney Kore’nin nasıl sanayileştiğini yakından incelediler. Kendi ekonomilerini, istihdamlarını ve sanayilerini korumak için devlet müdahalesini sınırlıyorlar. Örneğin Dünya Ticaret Örgütü’ne üye ülkeler belli şartlarda sübvansiyon sağlayabilirler. O ülkelerin o zamanlar yaptıklarını bugün yapmak o kadar kolay değil.
Kaldı ki Çin modeli adı altında Türk milletini sefil edecek bir yöntemi izlememiz de gerekmiyor. Türkiye zaten kurumsal olarak Batı’nın bir parçası. Gelişmiş dünyanın sermaye piyasalarına erişebiliyoruz. Dünyanın en büyük tüketici piyasasına erişebiliyoruz. Teknoloji ithal edebiliyoruz. Tek yapmamız gereken tutarlı ve düzgün bir sanayi ve eğitim politikası uygulamak. ABD ve Avrupa ile canciğer kuzu sarması olmasak da düşman olmamak. İçte ve dışta barış ortamını tesis etmek. Yok olup gitmiş eski veya hayali imparatorlukların özlemi peşinde kaynakları heba etmekten vazgeçmek.
Sağlıcakla kalın.
Okuyucularıma Not
Pinti Değil Tutumluyum’a ilgi gösterdiğiniz için teşekkür ederim. Bu bloğu ayakta tutabilmek ve masraflarını karşılayabilmek için bağlı linkler kullanmaya karar verdim. Eğer burada yazdıklarımın size bir değer kattığını düşünüyorsanız, aşağıdaki linklere tıklayarak bana destek olabilirsiniz.
Ya da doğrudan bana bir kahve ısmarlayabilirsiniz: Buy Me a Coffee
Wise (eski adıyla TransferWise) hesabı ile yurtdışı aracı kurumlara düşük maliyetli para transferi yapmak için: Wise hesabı açın.
Interactive Brokers ile 33 ülkede yer alan 135 piyasaya 23 farklı para birimi kullanarak erişebilirsiniz. Hisse senedi, tahvil, opsiyon, futures, FX ve fon işlemlerinizi çok düşük maliyetle yapabilirsiniz. Interactive Brokers hesabınıza para transferini Türkiye’de ki Türk Lirası hesabınızdan EFT yaparak gerçekleştirebilirsiniz. Bunun için Interactive Brokers hesabı açın.

Bay Tutumlu,
Bu bilgilendirici ve durumumuzu net şekilde ortaya koyan yazınıza ancak şapka çıkartılır…
1 ay kadar evvel yurt dışına çıktığımda bende sizle aynı şeyleri yaşadım…Varlıklarımız sürekli olarak eritiliyor, TL nin değer kaybı bir yandan enflasyon bir yandan, en kötüsü yönetimimiz sebepleri çözmek yerine, sebeplerin yarattığı sonuçlarla kavga ediyor.
Aklınıza ve kaleminize sağlık,
Çok teşekkür ederim iltifatınız için. Umarım hep birlikte daha güzel günleri görürüz.